8 Saat İş, 8 Saat Boş Zaman, 8 Saat Uyku, 8 Saat Kuralı Tarihe Karıştı

1856 senesinde Kraliçe Victoria döneminde yaşamış duvar işçileri daha iyi çalışma koşulları için mücadele ederek günde yalnızca 8 saat çalışma hakkını kazanmışlar. Buna göre işte geçen süre, uykuda geçen süre ve kişinin kendisine ayıracağı süre 8’er saate ayrılmış ve adaletli bir dağılım sağlanmış.

“Eight Hour Day” (8 saatlik gün) olarak bilinen bu hakkın uygulamaya koyulmasından bu yana tam 164 sene geçti. Kraliçe Victoria yaşasaydı ve özel yaşamın işe, işin de özel yaşama karıştığı, doğru dürüst uykunun uyunmadığı yeni dünyayı görseydi ne derdi, merak ediyorum doğrusu?

Şu bir gerçek ki, hepimize adil ve eşit olarak verilmiş tek şey bir gün içinde yaşadığımız 24 saat. Hangimize ne kadar yettiği ise ayrı bir konu.

İnanıyorum ki, özellikle çalışan kesim, her an, 24 saatlik günün 30 saate çıkarılması konusunda bilim adamlarına başvuruda bulunabilir! Öyle ya, 8 saat uyuyacağız, 8 saat çalışacağız, kalan 8 saati de özel hayatımıza ayıracağız. Ama NASIL?

Geçmiş iş deneyimlerimde yaşadığım şekliyle size nasıl olduğunu açıklamak istiyorum: Sabahın köründe trafikle mücadeleye hazır vaziyette yatağımızdan kalkıyoruz. Hazırlanmamız ve işe varmamız arasında en az 2 saatimiz geçiyor. Trafikten bunalmış ve uyku mahmuru halde kendimize gelmeye çalışırken iş arkadaşlarımızla sohbet eşliğinde ilk kahvemizi veya çayımızı içiyoruz. Bazen uzayabiliyor da bu sohbetler, ne de olsa herkesin cep telefonuna geliyor e-postalar. Telefon bir elde, çay kahve diğer elde, kokteyl ortamında başlıyoruz güne.

Sonra günlük programımız başlıyor. Önce e-postalara bir göz atıyoruz, ama o da ne? Üç beş önemli iş e-postasının dışında arkadaşlarımızın, yakınlarımızın gönderdiği on kadar çiçek, böcek, insan manzaralı, özlü sözlü, fıkralı e-posta. Gece üşenmemişler, sabah işe gelince okur demişler, sağ olsunlar göndermişler. Direkt silsek bazılarını, ama ya okundu raporu alıyorlarsa? Birazını silip, birazını okuyoruz, işler de göz kırpıyor diğer yandan, takım arkadaşlarımızdan, diğer ekiplerden e-posta yağmaya başlıyor. Kendine gelen, e-posta yazmaya, üstündeki sorumluluklardan bir bir kurtulmaya çalışıyor. Posta kutusu kabardıkça stres seviyemiz artıyor, hepsine bir cevap yetiştirmeye çalışıyoruz ancak mümkün değil, üstelik az sonra bir toplantıya girmemiz lazım. Yapılacak işler listesi bir yanda, okunmamış e-postalar öbür yanda hızlı adımlarla toplantı odasına yöneliyoruz. Nasıl olsa telefon var, toplantıdayken ara sıra e-postalara telefonla da cevap verebiliriz. Ne müthiş şey şu teknoloji!

Dakikalar öğle yemeğine kadar geçmek bilmiyor. Oturduğumuz koltuğa giderek kök salıyoruz. İlk on beş dakikada konuşulması gerekenler konuşuldu aslında, ancak bir araya gelindi ya, mutlaka birileri bir şeyler eklemeli, boşa gitmemeli masamızdan toplantı odasına gelmek için harcadığımız emek! Uzuyor da uzuyor, bitmek bilmiyor. Ekstra işler çıkıyor yapacak. Bir yandan sürekli e-posta yağıyor telefona, ışığı yanıp sönüyor “ben buradayım, ilgilen benimle” dercesine. Cevapsız aramalar da var, iki cevapsız, üç cevapsız derken, eşimiz de aramış bizi. Hem de iki kere? Ne diyecekti acaba? Toplantı devam ediyor, bölmemek için sms’e başvuruyoruz: “Toplntdym, acil mi?” Cevap gecikmiyor. Bir arkadaşıyla konuşmuş, akşam ailece bize geleceklermiş. “Hafta içi ne gerek vardı?” yazıyoruz, sonra gerilmesin ortalık diye siliyoruz yazdıklarımızı. Aman ne güzel, bir kulağımız direktörde, öbür kulağımız beynimizden geçen düşüncelerde. “Eve gitmeden pastaneye uğrarım, çay da bitti, markete gitmem lazım, şimdi çocukları da gelirse meşrubat almalıyım. Biz yemek yemeyiz artık, nasıl olsa onlarla yenecek bir şeyler, en azından yemek faslını atlattık” … “Bu tahmin edilen satış seviyelerine ulaşmamak için hiçbir neden yok değil mi arkadaşlar?”. Yok tabi, çünkü biz mükemmeliz. Hem satış yaparız hem de misafir ağırlarız. Bu ikisinin aynı kişi olduğunu da kimseye belli etmeyiz!

Yaklaşık on beş ilave e-posta, akşam gelecek misafirlere yönelik planlar, cevapsız aramalar ve bir önceki günden kalan yapılacak işler listemizle kocaman olmuş çıkıyoruz toplantıdan. Şimdi yemek zamanı, yaşasın! Şirkete yakın bir sürü yer var yemek yenecek. O gün canımız nedense şöyle daha mükellef bir şeyler yemek istiyor. Malum stres gani, hiç değilse ağzımızın tadını bozmayalım. Arkadaşlarla beraber mantıcının yolunu tutuyoruz. Sarımsaksız yiyeceğiz tabii, yine de mantı mantıdır. Hele bir de yanında sohbet yok mu? Çok şanslıyız ki işi çekilir kılan iyi birkaç arkadaşa sahibiz. Herkes herkesin müdürünü ezbere biliyor. İş deneyimlerinin şeffaflıkla paylaşıldığı özgür sohbet odalarında gibiyiz yemek yerken. Sevinçler, sıkıntılar, dert yanmalar mantıya sos oluyor aslında.

Ardından çay eşliğinde o hafta stres düzeyi en yüksek kişi kimse onu dinliyorsunuz. Bugün sıra bizde: “Bu kadar işin arasında bir de bu çıktı, zaten yetiştiremiyorum, eve iş götürecektim. Şimdi onlar da geldiğine göre ancak yatmadan önce bakabileceğim biraz.” “Robot gibiyiz yaa, kimse de anlamıyor halimizden.” “Haklısın canım, sizin departmanda çok insafsız, baksana hep toplantıdasın, üstüne bir de e-postalar. Neyse ki bizim müdür iyi, fazla yüklenmiyor.” O an gıpta ediyoruz ona. “Ben de istiyorum o müdürden, bana da lazım, lütfen!” diye düşünürken yemeğe ayrılan 1 saatlik süreyi en az on beş dakika aşmış vaziyette ofise doğru yola çıkmışız artık. Bütün gün oturmaktan uyuşmuş alt bedenimiz adımlarımızı toparlayamıyor. Yazıldığımız spor salonuna da ne zamandır uğramamışız. Eh, bu yoğunlukta yapabileceğimiz tek şey aidatını ödemek ve hiç değilse bir spor salonunun üyesiyiz diye mutlu olmak. Egomuz, “elbet hep böyle geçmeyecek hayat, spora ve kendimize zaman ayıracağımız günler de gelecek”, diye düşünürken “acaba ne zaman?” diye soruyor bilinçaltımız.

Günün geri kalanı hemen hemen aynı geçiyor. E-postalara cevap veriyor, ertesi güne toplantı randevuları alıyor, bolca telefonlaşıyor ve iki saat süren bir toplantıya katılıyoruz. Aralarda annemizle, kardeşimizle, en yakın arkadaşımızla yaptığımız kısa konuşmalarda çok yoğun olduğumuzu, başımızı kaşıyamadığımızı belirtip bize yöneltilen “hadi ya, vah vah” cümleleriyle biraz olsun teselli buluyoruz. İşler yarı yarıya tamamlanmış gözükse de hedefimizin gerisindeyiz. Oysa mesai saati bitmek üzere. Laptopumuz kolumuzun altında ofisten çıkıyor, kendimizi zihnimizde düşüncelerle trafiğin kollarına bırakıyoruz. Işınlanma teknolojisini her gün Anadolu yakası ile Avrupa yakası arasında gidip gelen bir özel sektör çalışanı geliştirecek, bundan şüphem yok! Canım iki saat öyle geçiyor. Neyse ki servis kullanıyoruz. Serviste geçen zamanı kitap okuyarak kullananlar da var. Oysa bizim işimiz çok, hiç yetişmeyen, başa çıkamadığımız bir yığın şeyimiz var yapacak. Açıyoruz telefonu, trafik eşliğinde birkaç e-posta daha cevaplıyoruz. Toplantı davetlerine cevap yolluyoruz. Ertesi gün neler olup biteceği şimdiden belli.

Nefes nefese tamamlanmış bir market ve pastane alışverişinin ardından kendimizi eve attığımızda durum daha da vahimleşiyor. Bir yandan ev ödevini kontrol ettirmek için eteğimizden çeken çocuğumuz, diğer yandan az sonra gelecekler için hazırlık, evin toparlanması, sabah bıraktığımız halde duran yatak odalarının çarşaf ve yastık yığınından arındırılması, sofranın kurulması, o esnada gelen iki iş telefonunun (birisi müdürümüz) cevaplanması, kıyafet değiştirmek derken, biz daha tam hazır olamadan kapı çalıyor bile. Kapı ile stres dolu kalp atışlarımızı da duyuyoruz. Yetişmiyor işte, hiçbir şey yetişmiyor!!!

Çaylar içilip, kekler, börekler yenirken iki tane biz oluyoruz. Birimiz misafirlerle ilgileniyor, servis yapıyor, sohbetler ediyor, diğerimiz ise o gün toplantıda aldığı geribildirimleri, projeyi nasıl geliştirebileceğini ve bu konuda müdürünün telefonda söylediklerini düşünüyor. Misafirler gidip meydan bize kaldıktan sonra eşimize dert yanıyoruz. Şöyle beş dakika, ayaküstü. Anlıyor gerginliğimizi “Gel” diyor, “biraz oturalım salonda, sohbet edelim. Ne zamandır ayağımızı uzatıp yan yana oturamadık gitti.” Olabilir mi hiç? Olamaz. Laptop göz kırpıyor masadan, telefonun ışığı yanıp sönüyor. Kim bilir, kim ne yazdı yine? İşi gücü yok mu bu insanların? Pardon, olmaz olur mu işleri? Hatta sadece işi ve gücü var onların. Özel hayatları yok! Özel hayat ne demek bilmedikleri için de saygı gösterecek bir kavramdan haberleri yok. Eşimize çalışmamız gerektiğini söyleyip “Yarın akşam sohbet etsek canım?” dedikten sonra onun somurtan yüzüne sırtımızı dönüp laptopumuza yöneliyoruz.

Vakit gece yarısı. Herkes uyuyor, ne güzel! Meydan bize kaldı. E-postaları cevaplıyor, o saatte bizim gibi ayakta olan birkaç arkadaşımıza komik mesajlar yolluyor, bir yandan da proje üzerinde düşünüyoruz. Bu proje başladığında nasıl yetiştireceğiz bakalım işleri? “Gün 24 saat yerine 30 saat olsa keşke” diye düşünürken ağırlaşan göz kapaklarımız bizimle hiç de aynı fikirde değiller.

Güçlükle kaldırıyoruz kafamızı. O da ne? Laptop başında uyuyakalmışız! Saat olmuş 03:00. Sadece 4 saatimiz var sabaha. Aceleyle dişlerimizi fırçalamak için banyoya geldiğimizde aynada bir tuhaflık fark ediyoruz. Yorgunluktan uyuyakalınca yüzümüzü öyle bir gömmüşüz ki laptopa, “Delete” tuşu yanağımıza yapışmış ve elmacık kemiğimizin üzerinde derin bir çizgi şeklinde bize gülümsüyor! Bu duruma inceden gülümsüyor ve sürünerek varıyoruz yatağa. Tüm gücümüz tükenmiş ve sadece 4 saat içinde bizi yeni 24 saate hazır hale getirmesi için uykunun şaşkın kollarına bırakıyoruz bedenimizi. Uyuyan güzelin uykusu olsa, bu kadarını ancak o becerebilir belki de.

Size tanıdık geliyor mu tüm bunlar? En azından bazı kısımları tanıdık değil mi? Teknolojinin gelişimi, artan trafik, agresifleşen iş hedefleri, iş yaşamının özel yaşamla kesişmesi ve özel yaşamın da mecburen iş ortamına entegre olması ile artık ne zaman çalıştığımızı, ne zaman dinlendiğimizi, ne zaman bedenimize zaman ayırdığımızı, ne zaman sosyalleştiğimizi planlayamaz hale geldik. Kendimizi akışa bırakmış durumda, her bir 24 saati kendi içinde kurtarmaya çalışarak yaşayıp gidiyoruz. Oysa biz insanız. İsterse her şeyi başaracak bir varlığız.

Bir şeyleri başarmaya başlamadan önce kendimize o başarıları gerçekleştireceğimiz bir alan açmamız gerekiyor. Yani öncelikle özel yaşam – iş dengesini kurmalı, ondan sonra bu denge içinde hedeflerimize doğru ilerlemeliyiz. Dikkat ettiyseniz, içinde bulunduğunuz koşulları değiştirmekten söz etmiyorum. O koşulları denge ile yönetmekten bahsediyorum. İş yine bizde bitiyor. Çalışma arkadaşlarımızın işi daha az değil, müdürü de bizimkinden daha iyi değil. Onlara da misafir geliyor bazı geceler, onun da e-posta alan bir cep telefonu var, hatta belki 2 çocuğu var ve bize göre ofise daha uzak oturuyor. Peki nasıl oluyor da daha stressiz, huzurlu çalışıyor? O sadece dengeyle bizden biraz daha önce tanışmış o kadar. Dengeli bir yaşam için gerekli olan tüm kaynaklar hepimize eşit verilmiş. Aradaki farkı o kaynakları kullanmak veya kullanmamak belirliyor.

Kurumsal Koçluğun çalışma alanlarından biri olan “İş ve Özel Yaşam Dengesi” gerçekten de üzerinde durmaya değecek ve yaşamın tüm alanlarına katkı sağlayacak bir konu. Üç 8 saat kuralı artık tarih olsa da dengeyi size bu süreçte eşlik edecek bir koçla birlikte oluşturabilir ve sizi uzun vadede ya işten ya da özel yaşamınızdan soğutabilecek mevcut döngünüzü gözden geçirmeye başlayabilirsiniz.

Her yeni yıla girerken sözler veririz kendimize. “Bu yıl 3 kilo vereceğim, iki kez yurtdışına gideceğim, bir hobiye başlayacağım, aileme daha çok vakit ayıracağım” gibi. Oysa sadece tek bir olumlu söz vererek tüm bu istediklerimiz için zaman yaratabilir ve üstüne üstlük daha mutlu, huzurlu, dengeli bir yaşam sürebiliriz. “-eceğim, -acağım” larla biten pek çok cümleyi hayata geçiremiyoruz, fark ettiniz mi? Artık “-yorum” lar kullanmaya ne dersiniz? Bırakın, sevgili bilinçaltınız şimdiden o süreçte hissetsin kendisini ve hazırlamaya başlasın sizi de içten içe.

Öyleyse şöyle olsun mu cümlemiz?

“Bu yıl iş ve özel yaşam dengemi oturtuyor ve kendime başarmak istediklerim için alan açıyorum.”

Kulağa ne güzel geliyor değil mi?

Yaşamınızın denge içinde olacağı, sağlıklı, başarılı ve mutlu bir yıl diliyorum.

 

Beril Atakul
Kurumsal Koç (PCC) / Üst Düzey Yönetici Mentoru

Benzer Yazılar

Bizi Takip Edin